Bir başka 24 nisan daha geldi geçti. Hemen bütün Ermenilerin atalarının ortadan kaybolduğu, “Ermeni soykırımı” diye bilinen tarih. Ben tarihçi değilim. Tarihçi olmadığım gibi hukukçu da değilim. Ancak kişisel hayat hikayemin Türk-Ermeni ilişkilerini içeren bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Elli iki yaşında, Türk-Amerikan uyruklu bir kadınım. Otuz yıldan fazla Boston bölgesinde yaşadım. Otuz yıl öğrencilik, master öğrenciliğinin ardından TV yapımcılığı, daha sonra da uluslar arası ilişkiler alanında tecrübe kazanmakla geçti. Doğrusunu isterseniz kırklarıma kadar ne Ermeni soykırımıyla ilgiliydim, ne de bu konuda herhangi bir Ermeniyle tek kelime konuşmuşluğum vardı. Peki neden? Bu soruya vereceğim cevap, yakın geçmişte meydana gelen ve beni derinden etkileyen iki cinayet, iki ölümle ilgili hislerimi neden paylaşmak istediğimi de açıklıyor aslında.
1982 yılının dört mayısında, şahsen tanıdığım, sevdiğim birinin, evine giderken yolda öldürüldüğünü öğrendim. İyi yürekli, kibar, hassas biriydi. Adı Orhan Gündüz’dü. Türkiye’nin Boston fahri konsolosuydu. Katledilişinden bir iki saat önce ona uğramıştım. Cambridge, Massachusetts’de küçük, sevimli bir hediyelik eşya dükkanı vardı. Telefonda eşini teselliye çalıştığımı, cenazesinde birkaç kırık taziye cümlesini ağzımda gevelediğimi hatırlıyorum. Katledilişi beni o kadar etkilemişti ki sonraki yirmi beş yıl bu konuyu, acımı içime gömdüm, kimseyle konuşmadım. (cinayeti “Ermeni soykırımına karşı Adalet Savaşçıları” adında bir grup üstlendi)
Seksenlerin başında, Boston’da çalıştığım TV kanalının yöneticilerine sunmam için bazı Türk kanaat önderlerinden kabarık paketler aldım. Çoğu propaganda malzemesini içeriyordu. Türkiye’nin ileri gelen kanaat önderleri, 1915 olaylarını “sözde” soykırım diye klişeleştiren resmi Türk tezinin dışında kalan bir görüş veya fikrin, Amerikan ve Batı medyasına ulaşmasını istemiyorlardı. TV kanalının Chronicle isimli haber magazin kısmında çalışıyordum ve aynı dönemlerde Boston’un etnik zenginliğini konu alan programlar hazırlıyorduk. Ancak göreceli olarak daha küçük bir grup olan Türkler konusunda bir hazırlığımız yoktu. Hiç unutmuyorum, Ermenilerle ilgili TV programı yayına hazırlandığı gün hayatımda ilk ve son olarak işimi erkenden bırakıp çıktım. Açık söylemek gerekirse, bahsi geçeceğinden kuşku duymadığım o kelimenin, yani soykırımın “S”sini bile duymak istemiyordum. Her durumda uzak durulması gereken o ürkütücü, o alçak soykırım sözcüğünü… Benim yaş grubumda ve Türkiye’de yetişmiş pek çok kişi gibi, dünyanın Ermenileri hakkındaki tek bilgim tarih derslerimizde bize öğretilen kadardı: “Osmanlı İmparatorluğu zamanında Ermeniler, düşmanlarımızla işbirliği yaptılar; ayaklandılar.” Kısacası, resmi tarihte biz Türkler, Ermenileri bu yüzden “vatan haini” diye kodluyorduk.
Orhan Gündüz suikastini takip eden yirmi yıl boyunca bu tatsız, üzücü konuyu bilerek göz ardı ettim. Çok acı vericiydi benim için, hatırlamaya, düşünmeye tahammül edemiyordum.
Daha sonraları Fletcher Üniversitesi Hukuk ve Siyaset Bölümü’nde master yaparken tezimi Türkiyeli Kürtler üzerine hazırladım ancak Ermenilerle ilgili her şeyden uzak durdum. Kısacası yirmi yıl boyunca iki çocuk büyüttüm, onlara eşitlik, sosyal adalet konusunda inandığım değerleri aşıladım. Tek bir konu istisnaydı: Ermeni meselesi. Bu konuda çocuklarıma ne bir şey söyledim, ne de onlara, Gündüz cinayetinden sonra Massachusetts’in Watertown mahallesine neden hiç uğramadığımı anlattım. [1]
2006 yazı geldi. Harvard Üniversitesi aracılığıyla birlikte yürütülen Türk-Ermeni Müzakereleri Projesi’nde birlikte çalışmak için davet aldım ve kendimi yepyeni bir dünyanın içinde buldum. Bilmediğim, düşünmediğim şeylerle karşılaştım. Örneğin öğrenciliğim sırasında hiçbir ders kitabında bahsi geçmeyen Osmanlı Ermenilerinin tarihiyle yüzyüze geldim. Yepyeni arkadaşlar edindim. Örneğin Ermeni asıllı Amerikalılar… Hepsiyle benzer hayatlar yaşamıştık onca sene ama bir merhabamız bile yoktu.
Derken başka bir suikast haberi geldi. Türk asıllı Ermeni gazeteci Hrant Dink, on altı yaşında bir Türk genci tarafından iş yerinin önünde vurulmuştu. Dink, Agos Gazetesi’nin kurucusuydu. Agos Ermenice-Türkçe basılıyordu ve Ermeni cemaati için çok önemliydi. Bu gazete vasıtasıyla Dink, Ermeni cemaatine sesleniyor, bu sessiz, ürkek ve sindirilmiş grubun gözlerini açıyor, aynı zamanda Ermenilere ve Türklere etnik kimlikleri, soyağaçları ve aile tarihleriyle ilgili açık sözlülükle karşılıklı konuşmayı öğütlüyordu. Pek çok Ermeni kayıp atalarının izlerini Dink’in yardımları sayesinde bulmuştu. O sabah gazetede suikast haberini okuduğumda bunları henüz bilmiyordum. Bildiğim tek şey vardı: Kabul edilemez bir şeydi bu; korkunçtu. 2007 yılının Ocak ayının on dokuzunu gösteriyordu takvim. Yani, Ermeni meselesini kendimce içimin derinlerine gömdükten yirmi beş yıl sonrasını.
İzleyen beş yıl boyunca öğrenerek, okuyarak ve düşünerek uzun bir yol kat ettim. Pek çok kişiyle konuştum, TV programları izledim, internette gezindin, workshoplara katıldım, Ermeni soykırımıyla ilgili sayısız video ve film izledim. Ama en önemlisi, Boston ve civarında pek çok Ermeniyle yüzyüze görüştüm. Hepsinin farklı hikayesi vardı. Hayat tarzları, sosyal ilişkileriyle farklı farklı insanlardı. Yirmili yaşlarında gençlerden tutun, kendini işine adamış orta yaşlılara ve nerdeyse yüz yaşını kutlayacak olan Watertown’lu Areka Der Kazarian gibi tatlı mı tatlı yaşlılara kadar. Yeni arkadaşlarımın sayıları o kadar çok ki… Ailesi Kayseri’den gelmiş olan Harry Parsekian’la karşılıklı içtiğimiz kahve ve çayların sayısını hatırlamıyorum. Oyun yazarı Joyce Van Dyke’le tanıştım. Joyce, bugünkü Elazığ’ın köylerinden birinde yaşarken sürgüne tabi tutulan ve soykırımdan şans eseri kurtulan babaannesi Elmas’ı anlatan nefis bir oyun yazdı. Ailesi Maraş’lı olan Roger Hagopian ise bir yandan halıcılık, bir yandan amatör video’culuk yapıyor. 1915 kabusu sırasında pek çok Ermeni’nin hayatını kurtaran Maraş valisini anlatır hep bana…
Ermeni arkadaşlarımdan yüzlerce kayıp hikayesi dinledim. Bazılarının artık bulunması, izine rastlanması mümkün değildi. Bir yandan da, içlerinde yer etmiş korkuyu, ürkekliği yenerek, atalarının Türkiye’deki evlerini, köylerini ziyaret eden Ermeniler tanıdım. Anadolu’da Ermeni yerleşim bölgelerinin orijinal adlarını öğrendikçe, köylerinin, kasabalarının, şehirlerinin Ermenice adını tekrarlamaktaki ısrarlarını daha iyi anladım. Bu yerlerin isimleri çoktan unutulmuştu; ben de dahil olmak üzere bizler sadece Türkçe adlarını biliyorduk. Bu aldırmazlığa, bilmezliğe, bilgi eksikliğine kızdıkça kızdım. İnsanları susmaya, konuşmamaya iten o tabu ve de tabuyu körükleyen sistemi düşündükçe sadece üzülmedim, çok da öfkelendim.
Bu arada, elbette Türk arkadaşlarımdan da pek çok şey öğrendim. Bütün Türkler, Ermenilerle 1915 olaylarını konuşurken kendilerini fena halde baskı altında hissediyorlardı. Çünkü Ermenilerin istisnasız hepsi bu dönemi “soykırım” diye adlandırıyor ve Türklerin de öyle adlandırmasını istiyorlardı. İş, tam bir sağırlar diyaloğuna dönüyordu. Tarihin örtüsünü aralamaya niyetlenen herkes derhal anlıyordu ki ağızlarını “S” harfi (yani “soykırım” kelimesi) ile açmadıkları an birileri onları susturmaya çalışıyordu. 1915’i açıkça lanetleyen, binlerce Ermeni’nin kadın, çocuk demeden katledildiğini söyleyen Türkler bile aynı muameleye maruz kalıyordu. Ayrıca bu insanlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemde ağır baskı altında olduğunun altını çiziyor, Müslümanları dışlayan, hatta İslam düşüncesinden nefret eden batılı devletlerin bu baskıyı bizzat uyguladığını belirtiyorlardı. Bugün Türkler, seslerinin duyulmasını, atalarının, bir gün ansızın Ermenileri katletmeye karar vermiş gözü dönmüş barbarlar olmadığının bilinmesini istiyorlar.
Ama ortada olan şu ki, pek çok Türk, 1915 olaylarını açıkça dillendirerek, tabiri caizse “fincancı katırlarını ürkütmek”ten çekiniyor. Olup bitenleri anlamak, idrak etmek (bana olduğu gibi) uzunca bir zaman alacak olsa bile, bence her Türk insanının şu basit gerçeği anlaması ve kabullenmesi gerekiyor: Geçmişte bir zaman, bir yerlerde, ataları, bir insanı sadece ve sadece Ermeni olduğu için öldürmüş olabilir. Türklerin hepsi, bu basit gerçeği anlayıp kabullenebildikleri ve içlerine sindirebildikleri zaman, ancak o zaman yeni bir sayfa açabiliriz. İşte o zaman, yapılanın soykırım olup olmadığını tartışmak, uluslararası hukuk sözleşmelerinde “maksat” veya “niyet”in ne demek olduğunu incelemek yerine, çocuklarımıza, düşünüp karar vermeleri için şu soruyu miras bırakabiliriz: “Öteki” ile olan ilişkimizi nasıl düzenleyeceğiz? Ne yapacağız?
Orhan Gündüz bir Türk diplomatı olduğu için öldürüldü. Milyonlarca Ermeni’yi doğrudan ilgilendiren bir konudaki yanlış yönlendirilmeyi, konuşmamayı, suskunluğu temsil ediyordu.
Hrant Dink bir Türk Ermenisi olduğu için öldürüldü. O da konuşmayı, seslenmeyi, yani sorunu sessizlikte örtmenin tam tersini temsil ediyordu.
Ben, bir Amerikalı, bir Türk veya bir Ermeni olarak değil de, bir insan olarak, tektipleştirmenin, aşağılamanın, saldırmanın, hedef göstermenin veya etnik köken bahanesiyle cinayet işlemenin karşısında duran, bunların lanetleyen biri olarak iki cinayete de aynı göz yaşlarıyla ağladım. Oysa bu iki cinayetin arasında önemli bir fark var bana göre. İlkinden sonra yıllarca sessizliğe gömüldüm. İkincisi ise gerçekleri görmeye, öğrenmeye itti beni. Martin L. King’in dediği gibi, “inanıyorum ki gerçek bizi özgürleştirecektir.” Biliyorum bazılarımız Hrant Dink’i MLK ile eşleştirebiliyoruz. Dink’in, bütün Türkiyeli azınlıkların haklarının geliştirilmesi için verdiği mücadele ve ülkede insan haklarının genişleyeceği yepyeni bir döneme ait içinde taşıdığı ümit, bu benzetmeyi mümkün kılıyor. Onun, vatandaşı olarak doğup öldüğü memleketinin o ümitli günlere varıp varamayacağını ancak zaman gösterecek. Ne demişti o:
“Bizler bu topraklarda uzun müddet beraber yaşadık, ortak bir hafızamız var. Lakin ortak hafızamızı tek sesli hafızalara dönüştürdük. Hepimiz bildiğimiz telden çalıyoruz. Oysa monoloğu diyaloğa dönüştürüp, ortak hafızamızı niçin yeniden inşa etmeyelim?”[2]
Merak ediyorum, acaba Orhan Gündüz Hrant Dink’in bu sözlerine ne derdi? Asla bilemeyeceğiz bunu. Ne yazıktır ki Orhan Bey’in hayatta olduğu yıllarda, sessiz yığınların sesi olmayı, kendi tarihimizin derinliklerine bakmayı maalesef beceremedik.
Peki, bütün bunlara bakarak ben, Türk-Ermeni meselesini nasıl görüyorum?
Hemen söylemeliyim ki gençler bana ümit veriyor. Ermeni ve Türk gençleriyle konuştuğumda ümit doluyorum. Ancak, itiraf edeyim, İstanbul sokaklarında ırkçılık kokan Ermeni karşıtı pankartları gördüğümde tüylerim diken diken oluyor. Yoksa ümidi yitiriyor muyum diye soruyorum kendime. Kesinlikle hayır! İnanıyorum ki çocuklarım değil ama torunlarım bu karmaşadan çıkmanın bir yolunu bulacaklar. Ermeniler ve Türkler, hem birbirleriyle, hem de kendi toplumlarıyla net ve şeffaf bir şekilde diyalog kurmanın, anlaşmanın yolunu bulacaklar.
Son olarak, Türk asıllı bir Amerikan vatandaşı olarak ben, 1915 olaylarından bahsederken soykırım kelimesini kullanmaktan çekinmiyorum. Tersi, yani bunu reddetmek, hem entelektüel, hem kişisel bazda gerilere, yani bilgisizliğin karanlıklarına adım atmak anlamına gelecektir. Gündüz ve Dink cinayetleri arasındaki o çeyrek asırda yeniden eğitilmiş bir insan olarak, Osmanlı Ermenilerinin 1915’de uğradıkları felaketin derecesini ve bunu takiben neredeyse bir yüzyıldır süregelen nefreti ve husumeti göz ardı edemem. Kişisel olarak ise, soykırımı inkar etmek, son senelerde benimsediğim onlarca arkadaşıma resmen hakaret etmek olacaktır. Sadece Ermeni oldukları için değil… benim sevdiğim, gözettiğim, değer verdiğim insan kardeşlerim oldukları için.
(Translated from the English by Sabå Altınsay)